her şey yolunda

her şey yolunda

21 Mart 2012 Çarşamba

bunu mu yazdm bu kdar yildan sonra?

naber? nossun abi, takılıyoruz işte.

Aslında biraz daha uğraşsam üç yıllık ara olurdu. Bu spellcheck olayına uyuz olmayan var mı? Madem bu kadar akıllı, anlasın türkçe yazdığımı. Hiç mi sormuyor kendine "lan ben niye her kelimenin altını çiziyorum, bu işte bir gariplik var" diye? İnsan olsa sorar. Ama insan da spell check'le falan uğraşmaz, "baba sen bana yolla, olmuştur o, ben direk basarım" der. İşte bu önemli bir paradoks. Spell check yapmasa da insan insandır. Spell check fasilitesinin altını çizmediği tek kelimelerin de "spell check" olması aslında kendi içinde bir istikrarı gösteriyor. "Bir tek ben düzgünüm sen komple yanlışsın" tadında. spell check spell check spell check.

Yine klasik günümü yazayım dedim ama tabii üç yıl gizli görevle kolombiyalı uyuşturucu çetelerine sızıyor olmadığım için "sabah kahvaltı yaptım"la yazıya başlayacak olmak o boşluğu dolduramadı. Hoş bu mantıkla bu saatten sonra ne yazsam kurtarmaz, o yüzden ben de bugün bişiyler gazlamaya, bir sonraki post'a sıra geldiğinde en azından bir - iki aylık bir kesintinin külfetini çekmeye karar verdim.

Arada evlendim. Tabii hakkını yemeyeyim nişanlandım da. Bence nışanlanmak da evlenmek kadar önemli bir süreç. Herkes yapsın. Apandisit ameliyatı da oldum, bence herkes onu da yapsın. Yarın öbür gün abuk subuk bir yerde başınıza bela açacağına bence gidin şimdi sağlamken aldırın. Temiz. Herkes böyle diyor ama gidip de aldıranı görmedim. Kimseye de "sen niye aldırmıyorsun o zaman" diyemiyorsun, o zaman kıskanma gibi olur. Apandisit envy derler adama, bari bir işe yarasa.

Şu an nezle oluyorum. Blog/günlük tarzı hep geçmiş zamandan bahseder, buyrun canlı yayın. "Aslında biraz" kısmını yazarken iyiydim, "kesintinin külfetini" kısmında burnum akmaya başladı, apandisit bölümünü yazarken üç defa burnumu sildim. Sedergine ile nezlenin önünü kesmeye çalıştım ama sadece Redoxon bulabildim. Hala da burnum akıyor. An be an internetten takip, yarın öbür gün "hasta olmuşum" yazdığımda sadık okuyucu "ben oradaydım" diyebilecek.

Şimdi farkediyorum auto save özelliği de çok hızlanmış. Yazdığım anda kaydediyor. Bence o da yanlış. Bir yandan da gurur veriyor tabii, "sahip ne yaparsa iyi yapar" duygusunu işlemişler makinalara. Bizi bi on yıl götürür, sonrası matrix stayla pil olabiliriz.

Bence nışanlanmak da evlenmek kadar önemli bir süreç. İlk orada alıyorsun ailenin yeni üyelerinle arandaki resmi bağı. Sorumluluk. Nasıl ki ilk aileyi seçemiyorsan ikincisini de seçemiyorsun. Adriana Lima'nın ailesi psikopat diye onu almayacak mısın? Kaçar mı.

Evlenmenin bir ironik yanı hakikaten ev yapıyor olmak. Aslında evlenmek kelimesi bize ev yapmayı çağrıştırmalı ama düğün dernek anlamı kelimenin önüne geçmiş bile. Ne kadar çırpınsam da düğünden ben de yırtamadım. Güzel oldu, ama ne dertli işmiş arkadaş. Düğün yapmayın, apandisit aldırın. Ben ikisini de yaptım. Bazı arkadaşlarım var hiçbirini yapmadı, aynı yerdeyiz. Demek ki insan mutluluğu ne düğünde ne apandisitte buluyor.

Karı çok önemli. Evlenmiş olmanın bir avantajı eş konseptinden "karı" diye bahsetme hakkını kazanmak. Ama karı hakikaten çok önemli. Bence ideal flört süresi sekiz yıl. Çıkın, bi zararı olmaz. Elimi öpersiniz.

Saati 01:50 yaptığıma ve yarın da iş olduğuna göre yatayım bari. Nezle de geçiyor sanki. Bazen bana böyle oluyor, nezle olacak gibi oluyorum ama iyi sümkürürsem geçiyor. Tabii her ortamda iyi sümkürmek mümkün olmadığı için bazen kibarlıktan ödün vermemek adına nezle oluyorum. Kibar bir nezle olmak sağlıklı bir ayı olmaktan iyi değil. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gerek. Ki bunu ben demiyorum. Desem "sen ne anlarsın lan devletten" dersiniz, haklısınız da, şu an bakınca sanki imparator olsam devamlı nezle olmayı kabul edebilirdim gibi, ama ben ne anlarım değil mi? İmparator olayım o zaman konuşurum.

Benjamin Malaussène iyi bir dayak yemiştir, bir patlama olayının şüphelisi olarak Komiser Coudrier'nin ofisine getirilir, kanepeye oturtulur.

Benjamin Malaussène: Bu recamier kanepeler neden bu kadar sert?
Komiser Coudrier: İmparatorlar üzerlerinde rahata kapılıp ülkelerini kaybetmesinler diye.
Benjamin Malaussène: Ama yine de kaybediyorlar, değil mi? Zamanın kanepesi...
Komiser Coudrier: Daha iyisiniz galiba?

Bence kitap okumamak yazı yazmayı da etkiliyor. Wikipedia okuyorum, çok trivia sahibi oluyorum ama kitap okumak gibi değil. Eskiden geceleri 4 saat + 4 saat uyumanın normal ve blok halinde uyumaya göre daha sağlıklı kabul edildiğini biliyor muydunuz? Ben bir deneyeyim.

31 Mayıs 2009 Pazar

vrooummmmmm... Schumacher!!!!

Homer ve Vala'yla konuştuktan sonra Pazar günkü çılgınlığımızı karting olarak seçiyorum, bunda bir gün önce pisti görmüş olmamın ve evimin iki sokak arkasında olmasının hiçbir etkisi yok.

Karting pistine gittiğimizde oranın son derece canlı ve kalabalık olduğunu görüyorum, şaşırtıcı. Bayağı bir insan sırada bekliyor, bizim de sırayı tanımlayıp bir parçası olmamız ve biletleri almamız biraz vaktimizi alıyor. 10 dakikalık karting'e 20 lira vererek yarış dünyasına giriş yapıyoruz.

Sıramızın gelmesini beklerken pistin korkunç müziğinden kaçarak arkadaki parka gidiyoruz, orada on beş dakika kadar köpeklerden korktuktan sonra tekrar kartinge dönüyoruz, vaktimiz yaklaşmış. Piste giriş yapılan yere doğru gidiyoruz, bir tentenin altında (tintin) cüzdan ve değerli eşya bırakılan kilitli dolaplar ve kaskların durduğu ikinci bir dolaptan oluşan bir müessese. Önce eşyalarımızı bırakıyoruz, sonra kask beğeniyoruz, sonra da beğendiğimiz kaskları, ağız kısmının önü dolu olan böcekproof kasklarla değiştiriyoruz. Kafalarımıza birer galoş geçirip üzerine 10 dakika erkenden giydiğimiz kasklarla artık yarışmaya hazırız.

Bizden öncekiler yarışırken ben de pisti inceliyorum, bir büyük viraj ve onun içinde dönen 3-4 küçük virajdan oluşan bir elipste süreceğiz 9 beygirlik canavarlarımızı. Pistin kenarlarında eskiden tahta olan, fakat şimdi biraz daha sertleşmiş bir madde var, onun arkasına da bir kaza anında bizi anne şefkatiyle sarması beklenen araba lastikleri konmuş. Önümüzdeki gruptan duvara girenler oluyor, biraz rahatlıyorum, en azından o gün duvara giren tek mal ben olmayacağım.

Arabalara doğru giderken Vala ve Homer benim pistteki durumum üzerine spekülasyonlar yapıyorlar, araba kullanmayan bir insan olarak karting'de yanıma yaklaşılmaması gerektiğini düşünüyorlar, açıkçası ben de merak ediyorum dokuz beygirlik pilot olarak performansımı, UEFA kupası ikinci turunda Çek Cumhuriyeti'nden çıkan adı duyulmamış bir takım gibiyim, Fotomaç gazetesi benim için "Kapalı Kutu" diye başlık atıyor.

Pistte çalışanlardan biri bayrak sallıyor ve bizden öncekiler kenara geliyor, biz de canavarlarımızdaki yerlerimizi alıyoruz, bizimle beraber yarışacak tanımadığımız üç kişi daha var, toplam altı arabayız. Dört tekerlek, üzerine bir direksiyon, sağ dirseğimin altında motor ve anatomik bir bozukluk olarak bacaklarımın arasında yer alan benzin deposundan oluşan yarış arabama biniyorum, "uçur beni güzel kız" diyorum, Zincirlikuyu'dan Levent'e kadar herkes beni parmakla gösterip gülüyor. Eleman geliyor, motorlarımızın ipini çekerek tıpkı bir tekneymişiz gibi bizi çalıştırıyor, En önde Homer, arkasında Vala, arkasında ben ve arkamda da diğer üç yarışan olarak piste çıkıyoruz.

Diğer üç kişi yanımızdan vızırdayarak akıyor, ben, Vala ve Homer henüz gazı ve freni tanıma aşamasındayız. Aletin arabadan çok daha pratik olduğunu farketmem uzun sürmüyor, basıyorsun gidiyor, çeviriyorsun dönüyor, durmak zaten konsepte dahil değil. Klasikleşmiş bir Kemal Sunal filmi gibi kopup da geliyorum, arabalara ısınma turları atan Vala ve Homer'ın arasından fırlıyorum ve diğer üç kişinin peşine düşüyorum.

Karting'in hırslı ve gaz kişiliğime uygun olduğu hemen ortaya çıkıyor, seksen kiloyu aşmış ağırlığım arabayı yere çiviliyor, savurmayı mimuma indiriyor, ben de gazı köklüyorum. Önce ufak dönüşlere geliyoruz, arada gazı bırakıp kısa kısa freni dürterek güzel bir S çiziyorum, sonra bir viraj daha ve büyük düzlüğe geliyorum, burada abanmamın gerektiğini bilecek kadar F1 dinlemişliğim var, ben de abanıyorum. Çarpmaktan tırsarak diğer üç elemandan bir tanesinin solundan basıyorum, tozumu yutuyor. Seyircilerin olduğu viraja gelirken tırsıyorum, ayağımı gazdan kaldırıyorum ve uslu uslu gidiyorum. Düzlük çabuk bitiyor, tekrar virajlara geliyorum, kontrollü bir şekilde önümdeki diğer elemana yaklaşıyorum ve S şeklindeki kısma gelirken virajı içerden alıyorum, yanından fırlıyorum, geçerken de "suck it, bitch!" diye bağırıyorum, içimden söylediğim için beni duymuyor.

Tekrar düzlüğe geliyorum, tekrar abanıyorum, seyircilerin üzerinden geçerken tekrar uslanıyorum. Virajları bu sefer çok daha hızlı geçiyorum, sol tarafa doğru ciddi bir biçimde savruluyorum, ama arabadan daha ağır olduğum için yere yapışmış durumdayız. Düzlüğe geldiğimde ne kadar hızlanabileceğimi merak ediyorum, gazı köklüyorum ve bütün viraj boyunca ayağımı kaldırmıyorum; tribünün önünden tam gaz geçiyorum, seyirciler çıldırıyor, üzerime sütyenler yağıyor. Dönüşlere gelmeden motorumdan patır patır sesler gelmeye başlıyor, bu sefer de bundan tırsıyorum, yavaşlıyorum. Karting deneyimim zevk alma - tırsma arasında gitgellere dönüşüyor.

En sonunda virajlar kısmında önümdeki son kişiyi de geçiyorum. Arada da Road Runner misali "bipbip" sesleri çıkartarak Homer ve Vala'ya tur bindiriyorum. Bir sonraki adımda patır patır sesler çıkaran motorumun havaya uçması ve karting pistine benim adımı vermeleri var, oraya kadar gitmiyorum. Zaten liderliğim de iki turdan fazla sürmüyor, çıkışımıza bir tur kalmışken az önce geçtiğim elemanın beni tekrar geçmesine engel olamıyorum. Bayrak sallıyorlar, pistten çıkıyoruz, çok keyif almış durumdayım, en kısa zamanda tekrarlamak isteyerek karting yerleşimini geride birakiyorum.

Kaskları çıkarttıktan ve eşyalarımızı aldıktan sonra bir şampanya patlatıp birbirimizi ıslatmak amacıyla Kanyon'a gidiyoruz.


----------------
Now playing: Chris Issak - Baby did a bad bad thing
via FoxyTunes

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Makarna, abartmamak lazım.

Sabah kalkıyorum, aaaabi acaip uykum var. Günde altı saat uyumaya hakkaten alıştım mı acaba? 30 sene sonra "sadece aptallar sekiz saat uyur ha ha ha!" diyen adamlardan olabilecek miyim? Bunu söylerken elimde viski ve puro olacak mı? Bunları hiç düşünmeden kapıdan gazetemi alıyorum, en arka sayfayı çeviriyorum, entellektüel kapasitem henüz sadece spor alacak şekilde. Ronaldo bana "başkanım beni al" diyor, Galatasaray'da Haim Fresco devreye girmek üzere. O kadar geç kalktım ki kahvaltı yapacak vaktim yok, WoW'a bile ancak giriyorum.

Dün Marks & Spencer'dan aldığım t-shirt'ü giyip gidiyorum. Alışveriş yaparken nadiren solo takıldığım için t-shirt'ün pantalona yakışması ile ilgili şüphelerim var, yanımda tarafsız bir bilirkişi götürmüş olsaydım ve o beni onaylamış olsaydı şu anda daha mutlu olabilirdim. Onun yerine riski alıyorum ve insanların beni ve tişörtümü parmakla gösterip dalga geçme ihtimallerini dikkate almadan sokağa çıkıyorum (koyu gri pantalon üzerine açık gri tişört, radikal). Eve dönünce ilk işim Marshal kataloğunu çalışmak olacak.

Şirkete geliyorum, laptop'ımı maillerimi almakla görevlendiriyorum, hevesle gidiyor, ben de aslında kantin olan fakat uluslararası bir şirkette çalıştığımız için Café dediğimiz mekana gidiyorum, orada kahvaltımı ediyorum, -1'de çalışan Sponge da bana eşlik ediyor.

Sonra biraz çalışıyorum, öğlen oluyor, diet yemek yiyorum, Sponge'la 30 derece sıcakta manasız Levent turu atıp evlere bayılıyoruz, geri dönüyorum, biraz daha çalışıyorum. Ben çalıştıkça dönüyor Uluslararası İş Makinası, ben yatarken o da yatıyor sanki. Bundan olsa gerek, ben pek yatamıyorum; ben mi Uluslararası İş Makinasını döndürüyorum, o mu beni döndürüyor belli değil.

Sonra mesai bitiyor, hop Cemiyet'e gidiyorum. Biz aidatını veren ahlaklı temiz kutsal üyelere sunulan insan kaynakları uzmanı desteğinden faydalanıyorum, hem de çok faydalanıyorum; bana özetle IT'de acı çekeceğimi belirtiyor. Ağlayarak dizlerine kapanıyorum, beni bu hayattan çekip almasını söylüyorum. Gülümseyerek başımı okşuyor, "bakarız çocuk" diyor, eteğine burnumu siliyorum.

Gözyaşlarımı kuruladıktan sonra evime yollanıyorum, kendime bir makarna yapıyorum. İlk defa yapıyorum. Mutfakta makarna, tencere, tuz, ben ve sos başbaşayız. Her şey olabilir, ama Makarna oluyor. Afiyetle yiyorum, çok da süper olmamış ama bunun sebebi son kullanma tarihinin geçmesi olabilir. Çaktırmadan kafa yapmasını bekliyorum, onu da yapmıyor. Makarna, abartmamak lazım.

9:15'te çıkıyorum tenise koşuyorum. Tenise değil, taksiye koşuyorum, o tenise koşuyor. Vala gelmediği için bugün dersi tek başıma alıyorum, yorgunluktan sağ kolum kaskatı oluyor, şişiyor, fırsat bulsa sol kolumu yiyebilecek ebatlara geliyor, izin vermiyorum. Hoca beni bir sağa bir sola koşturuyor, en son da arka arkaya 40 top atarak bitirici darbeyi vuruyor. Hiç bozmuyorum, koşarak eve dönüyorum, biraz weeds biraz wowla geceyi noktalıyorum.

----------------
Now playing: Eels - I Need Some Sleep
via FoxyTunes

26 Mayıs 2009 Salı

kireçburnu ve aliyev heykelinin burnu

Gece dörtte kalkıyorum, uyanmadan laptop'ımı açıyorum, çünkü Uluslararası İş Makinalarının bana kilitlemiş olduğu kazık iş senfonisi devam ediyor. Laptop açılıyor, bir süre boş boş bakışıyoruz, sonra başka insanları arıyorum, onları uyandırıp bana kilitlenen işi bir salgın hastalık haline getirip insanların üzerine salıyorum, hiç uyanmadan tekrar yatıyorum...

Sabah hala uykuluyum, kapımda gazetem, buzdolabında peynir, ekmek ve limonatam duruyor; kahvaltı için gerekli şartlar hazır ve beni bekliyor. Peyniri kızartıp ekmeğe limonata sürüyorum, sonra da gazeteyi yiyorum. UİM'den bana başka telefonlar geliyor, yine işe koşuluyorum, yarım saat daha kölelik yaptıktan sonra giyiniyor ve köleliğe devam etmek üzere işe gidiyorum.

Yemekte günün balığı var, yemekhane bomboş. Çarpılmaktan çok korkarak salatamı alıyorum, zira işyerimde bütün metalik aksamdaki elektronlar hiperaktifler, organik madde gelse de topluca bi atlasak diye varlar. Yemek sırasında Salı balığının genellikle diğer günlerin balığından daha az popüler olduğunu farkediyorum, mesela insanlar Perşembe balığını daha çok seviyolar. Halbuki ben Salı Balığı'ndan da tat alıyorum, "bu bebek yenmez mi" diyip girişiyorum, masadaki insanlar ben bunu söylerken tavana bakıyorlar. Helvamı da yiyorum, kendisi zeytinyağlı mantarla aynı kaloriye sahip. Galakside birşeyler çok yanlış gidiyor.

Yemekten sonra Danny ve Sponge'la Gloria Jeans'e gidiyoruz, Sponge Uluslararası çalışmaya yeni başladı, alışma sürecinde acılar içerisinde, onu elimizden geldiğince rahatlatmaya çalışıyoruz, bu süreçte de dışarıyı kesme işini sık sık aksatıyoruz, Kanyon'daki kadınlar ağlayarak Gloria'nın önüne dizilip dikkatimizi çekmeye çalışıyorlar, ama biz çok meşguluz.

Öğleden sonra biraz daha çalışıyorum, vaktimin büyük kısmı insanlara birşey anlatmakla ve üzerimdeki işleri aktarmaya çalışmakla geçiyor; bu sürecin ne kadar uzun sürdüğüne bakarsak dört ciğerli Suat Kaya gibi çalışıyormuşum.

Sonra çıkıyorum şirketten, evime dönüyorum, ortalık toplamaya girişiyorum, Homer 10 dakikaya geleceğini belirtiyor, koşarak gazeteleri atıp tabakları bulaşık makinasına tıkıyorum, apartman boşluğuna bakan pencereyi açıyorum, "dağ gibi bulaşık beş dakikada bütüveğdiiii" diyorum, pencereyi kapatıyorum.

Homer'la Friends izliyip dil peyniri, lavaşkiri ve ekmek yiyoruz; yüzüncü kez izliyoruz, yüzüncü kez kopuyoruz, seviyoruz Friends'i. Sonra Vala geliyor, sevmiyor Friends'i, bayıyor, ben de o sırada hazırlanıp çiçeklerimi suluyorum, çiçekler için metafizik kalmasına rağmen onlarla konuşuyorum, nereye gideceğimi ve kaçta döneceğimi anlatıyorum. Meraklanmayacaklarına emin olduktan sonra çıkıyoruz.

Uzun ve duraklamalı bir yoldan sonra Kireçburnu'na varıyoruz. Buradaki midyecide insanoğlunun bulduğu ilk yağ sergileniyor, tam 2200 yıllık ve hiç değişmemiş. Yıldırım Bayezit de bu yağdan yermiş. Hafif iğrenerek yiyorum midyemi, benden önce nice büyük insanların o yağdan yemek yediğini düşünüyorum, bu geleneğin bir parçası olduğum için gurur duyuyorum. Yanında da paradoksal olarak iki Efes Light aıyoruz, hiç kalori almadık, oh. Haydar Aliyev'in hiç zıplamadan smaç basmasına olanak veren 2.4/1 oranındaki heykeline bakarak yemeğimizi yiyoruz, manzarayı seyredip üşüyoruz.

Sonra yol görünüyor, Vala'nın arabasıyla Homer'ı bırakıyoruz, benim eve doğru gelirken Facebook'a bıraktığımız nöbetçiler bizi arıyor, Vala'nın mesaj attığı kızın online görüldüğünü belirtiyorlar. Onun Inbox'ına ulaşmak bir numaralı amacımız oluyor, koşarak merdivenleri çıkıp koşarak nete giriyoruz, ama ellerimiz bomboş, böyle bomboş kalıyor. Hüzün içinde birbirimize sarılıp oracıkta bir büyük rakı deviriyoruz, sonra da Vala hayal kırıklığını fantazi rol yapma oyununda masum kuş ve böcekleri kesmek suretiyle atmak

28 Ağustos 2008 Perşembe

5 Temmuz 2008 Cumartesi

call of the wild: "şinanay şinanay"

Günümün teması Lola'nın mezuniyeti. Maalesef günümün geri kalanı günümün temasına saygı göstermediği için sabah kalkıp Uluslararası İş Makinaları'na gidip çalışmak zorunda kalıyorum. Aslında onlara akşam baloya gitmem gerektiğini ve bugün çalışmamın mantıksız olduğunu, evde kalıp elbise seçmem, o kıyafete uygun bir ayakkabı bulmam ve günümün geri kalanını 47 derecede kuaförde geçirmem gerektiğini söylüyorum, onlar da bana kibarca erkek ve köle olduğumu hatırlatıyorlar, kuzu kuzu çalışıyorum. $$$$$.

Saat beş otuzda işten çıkıyorum, hop eve koşuyorum, zira Lola ve arkadaş grubu hazılanıyorlar. Metro beni sallamıyor, kendi hızında gidiyor semi-rahvan semi-rahvan. Aslında metro çok kişilikli bir taşıma aracı, kitlesini hiç sallamıyor, işine bakıyor. Geç mi kalmışsın, acelen mi var; kafasına takmıyor standart rahvanlığında ilerliyor; son anda koşarak perona girenleri görmezden geliyor, kapıyor kapısını basıp gidiyor. Aynı şekilde senin amacının neresi olduğunu da sallamıyor, bildiği bi yerde bırakıyor. Metro aslında türk insanına pek uygun değil, fakat elbet onun da bana bir gün işi düşer.

Bunları düşünerek gidiyorum metroda, aslında ben duruyorum, o gitmeyi yapıyor. Sonra gitme sırası bana geliyor, koşa koşa eve gidiyorum, zira hazırlanmam, yaklaşık bir senedir giymediğim takım elbisenin parçalarını sağdan soldan toparlamam lazım.

Eve geliyorum, toparlanmıyorum, wow oynuyorum. Aslında bu WoW oynamak benim toplanmamın bir parçası, zira evini özleyen bir insanım, evden çıkabilmem kolay değil, hazırlanmakla direk alakası olmayan ama benim hazırlanmaya başlamam için yapmam gereken bir takım şeyler var, bunlar da haliyle süreyi uzatıyorlar. Wow aslında benim hazırlanmaya hazırlanmam.

Takım elbiseyi son giydiğimde (Sponge'un annesinin düğünü) düğmesini kapatamamış, kemeri de son çare olarak kullanmıştım. Arada verdiğim on kilonun etkisini burada bir kez daha görüyorum, pantalon kapanmak bir yana, arada dört parmaklık bir genişlik kalıyor, kemer bir kez daha imdadıma yetişiyor.

Siyah takım elbise, beyaz gömlek, ince rocker kravatı ve palet pabuçlarımla (takriben 47 numara) aynaya bakıyorum: Bond, James Bond. Lola'yı arıyorum, çok geç kalmış olduğumu konfirme ediyorum, hop hop çıkıp bir taksiye atlıyorum.

Taksici amca anne tarafından Bayburt'lu, baba tarafından Ardahan'lı, ama 37 senedir Istanbul'da yaşıyor, 19 yıldır taksici. Kendi plakasını 10 sene önce 80 milyara almış, şimdi plakanın değeri 870 milyara çıkmış. Günde 300 - 400 ytl kazanıyor, halinden memnun. Memlekette üç katlı ev yaptırmış, sigorta şeysi bitsin oraya gidecek. Bu yeni taksiciler mesleği çok bozuyorlar, inan müşteri de taksi şoförüne güvenemez oluyor, zaten İstanbul da bitti artık. Sen burda iniver, ben Yıldız'dan döneyim.

Okuldan içeri dalıyorum, kapıda masamı ve kimliğimi belirtiyorum, şüphe çekmeden giriyorum içeriye. Lola'mı kokteylde buluyorum, bir kez daha kızların giyinme okazyonlarındaki coşkusuna şaşırıyorum, normalde zor tanıdığım insanları hiç tanımıyorum. Onların hepsi beni tanıyorlar, hayat ne güzel.

Gecede güzel şeyler oluyor.

11 Mayıs 2008 Pazar

business time

it's business time baby!